Uncategorized

bir gerçek kişi

Önce bir sandalye çektim, oturdum. Önümdeki masada bir kül tablası duruyor, içindekilerin ağır kokusu burnumda. Bakkaldan aldığım sigara paketini açıyorum, bir dalını dudaklarımın arasına yerleştirip, çakmağım olmadığını hatırlıyorum.

Sigara satın aldığım bakkal İsa karşısında bile hissediyorum onu, o duyguyu. Pis bir duygu, başkalarının üzerimdeki etkisi. İletişim kuramayacağımı bildiğim insanlar her yerdeler.

Karşılaştığım insanlara karşı tavrım hep aynı; onları insan olarak kabul ediyorum. Bana doğru yürüyen, veya yanımdan geçen bir insanın, insan olduğunu algılamak bile başlı başına altından kalkmanın çok güç olduğu bir bilgi. İnsanı algılamak demek; varlığını kabul etmek ve saygı duymak demek, istemsizce bunlar uyanıyor içimde. O yüzden hiç bir kimseyi unutamıyorum. İsimler değil ama unutamadığım. Tanıştığım insanların çoğunun ismini daha elini sıkarken unutmuştum. 20 yüzyılın iletişim kitaplarını okudunuz, 20 yüzyılda insan(!) olmayı öğrendiniz sizler, o yüzden bir insana hitap ederken ismini kullanmanın mükemmel bir şey olduğunu söylersiniz. Evet eğer ki siz bir satışçıysanız, ki öylesiniz, ismini söyleye söyleye satarsınız kendinizi, karşınızdakine. Ve sadece karşılaştığınız -yani tanışmadığınız- binlerce insanın yüzüne bakmadan, umursamadan, veya korkarak geçer gidersiniz. Ama ben, sizinle iletişim kurmayı o kadar çok istiyorum ki, gözünüzün içine bakıp acaba tek bir an, “anlaşabilir miyiz” diye kurcalarken içimi ve kelimeleri, isimler çok önemsiz kalıyor. Bu yüzden hatırlayamıyorum isminizi. Bu yüzden unutamıyorum hiç bir kimseyi. Çünkü her insan karşılaşması, bir travma, bir trajedi, bir katarsis benim için.

Günlerden dün. Yanımdan hızlı hızlı yürüyen kadına eşlik etmeyi teklif edesim geliyor, çünkü karşıdan gelen erkek insanlar, ona bakıyorlar. Bir erkeğin bir kadına bakması kötü bir şey gibi gelmese de kulağa, bu erkek insanların yaptığı şey içimi bulandırıyor. Gözlerinin nasıl döndüğünü izliyorum. Göz kaslarının izin verdiği son noktaya kadar bakıyorlar kadına, ben de onların bu haline bakıyorum. Şu karanlık, distopik animasyonlardaki kambur, dişsiz insanlara dönüşüyorlar. Hayaller, en güzel animasyonlardan bile binlerce kat daha iyi prodüksiyonlar. Teklif etmiyorum kadına, ona eşlik etmeyi; çünkü benden de korkuyor kadın.

Bir ağaca gidip oturuyorum dibine, bu sefer daha başka bir gün. Çevremde yüzlerce yüz, kilolarca beton, çirkin ışıklar. Ağaca dayıyorum sırtımı. Bu öylesine bir ağaç değil. Daha önce tanışmıştık onunla, yine hayallerimden vazgeçişimin verdiği efsanevi üzüntüyle birlikte artık aylaklık edebileceğimin verdiği tuhaf rahatlama hissi üzerimde, oturmuştum yanına, eskidendi. Elimle okşamıştım yüzünü. Seçim mi olduğu belirsiz bir yalnızlığın içinde yine oturdum yanına. İnsanları izledim, en tenha bir anda öpüverdim ağacı. Dudaklarımı büküp öptüm onu. Geldiğim yere geri yürürken yaptığım şeyi düşündüm, dudaklarımda ağacın sert gövdesinin hissi kalmıştı. Seviyordum o ağacı.

Şu sigarayı yakmam lazım ama işte birinden çakmak isteme düşüncesi… Fena. Biri unutsa ya çakmağını masada. Ama ev burası, ev olmalı yani. Ocak da olmalı. Evet var, ama üşeniyorum. Eğer ki bir kere kalkıp yakarsam tek bir sigarayı, ve ömrümün sonuna kadar sönmeden bir diğerini yakarsam uc uca getirip, bir daha ne birinden çakmak istemem gerekir, ne de oturduğum yerden kalkmam. Yaratıcım beni buraya hapsetti ama, kontrolünü yitirdi üzerimdeki. Son bir kez ayağa kalkıyorum. Kıvrım kıvrım ilerliyorum.

Yine başka bir gün eskiden… Bankta bir adam oturuyor. Saatlerdir, belki senelerdir öyle oturuyor olmalı, vücudunun şekli değişmiş. Yanında iki tane gömlekli erkek insan, ellerinde sigara, konuşuyorlar. Yüzündeki gülümsemesinden, sürekli ayağını oynatmasından anlıyorsunuz, şeytan iş başında. Siz oradan göremiyorsunuz belki ama, buradan bakınca her şey ortada. Diğeri sigarayı bitirip gitme derdinde, bankta yatan adamdan çekiniyor. Her şeyin hemen bugün nasıl yıkılmadığına şaşarak yürüyorum. Yine.

Hem benim, hem sizin dünyanızdaki her şeyin, hemen bugün, şu an yıkılmadığına inanamıyorum.

Ocağı yakıp sigaramdan içime çekiyorum ateşi. Odaya dönünce yanıma su, gofret ve telefonu alıyorum; ihtiyacım olan her şeyi. Bağdaş kuruyorum, pencere açık, üşüyorum. Ama çok zor kapatmak pencereyi, hem temiz hava girsin içeri. Üşüdüğümü yaratıcımdan başka kimse bilmedi, o da ölmemi düşlemedi.

Arka arkaya 40 tane sigara içiyorum. Telefondan dizi açıyorum, kolum yoruluyor telefonu izleyebileceğim yükseklikte tutmaktan, ama indirmiyorum. İzlemezsem çok kötü hissediyorum çünkü. Bir daha kalkmayacaktım buradan aslında ama kendi beynimin içinde kendi kontrolümü yitirme korkusuyla çıkıyorum evden. Evet benim de bir beynim var. Kedi geliyor, ayaklarıma sürtüyor. Seviyorum onu konuşarak. Sokağın aşağısından karanlık bir genç “pisst!” diye kaçırıyor kediyi. Başka bir gençle kafa tokuşturuyorlar. Suratlarına bakıyorum, bana bakıyorlar. Bakmaya devam ediyorum merdivenlerde oturarak, “ne vardı hocam” diyor biri. Bakmaya devam ediyorum. Sigara yakıyorlar, sonra yürüyüp gidiyorlar. Bu rezillikle nasıl başa çıkacağım? Kalkıyorum ve aniden geriye dönüp kapıyı görüyorum.. Yarın, yine bugünü yaşayacağım. Sonraki gün de.

Kalktığım merdivene tekrar oturuyorum.

Size bilmediğiniz bir şey söyleyeyim: Bulunduğum yerden dışarı bakınca, aynaya bakarmış gibi içeriyi görüyorum. Popomu acıtan şu merdivende, hayatımın sonunu beklemeye devam ediyorum, siz eşliğinde.

 

*-*-*

Tanışmadık değil mi?  Ben, bana haddinden çok benzeyen bir insanın kafasının içinden sesleniyorum size. Bir hayalim yani, ya da bir hayal kırıklığı diyelim. Fakat hanginiz, sen aslında yoksun diyebilir ki bana? sizi benden daha çok “var” eden ne var  şu dünyada?

adım da, ohannes olsun.

 

Standart
Uncategorized

görmeyi sevmeyen adam

o kadar çirkin bir reklamdı ki televizyondaki. böyle bir reklamın ortaya çıkması, gerçekten iyi bir reklamın yaratılmasından daha zor olmalıydı. birileri böylesine kötü işleri yapmayı başarabiliyordu. modern sanatın bir dalı haline gelmişti bu kötülük. inceliyordu kötülüğü. üst üste izledi reklamı, başka insanlar için, başka insanların anne ve babaları için utanç duygusuyla doldu içi. ona muhteşem gelen şey, birilerinin, bilerek ve isteyerek, insanın yüreğini iğrençlikle kaşıyacak şeyler yapabilmesiydi. bu kötülük, bu çirkinlik günümüz toplumunun her köşesinde gördüğü türden değil, sanatla dolu bir haldi. o bilmeden yapılan iğrençlikle ilgilenmedi hiç, bu günahlar farkındalıkla işlenmediler. başka bir olasılık yoktu onlar için, farkındalıksız çirkinlik için. ama bu kötülük, insanın kalbini tamamen sarıyor, sıkıştırıyor ve insanı mazoşist duygular içinde aynı deneyimi tekrarlamaya itiyordu. insan olmak, bu kötülüğü anlamaya yetiyordu, veya bu kötülüğü anlamak için insan olmak gerekiyordu. işte bu kötülüğün peşindeydi o, çirkinlik yapma hakkını savunmak istiyordu. kötülüğü, kötülük kelimesinin anlamına kurban vermek istemiyordu.

teriyle barışıktı. bahçenin içinden geçen dar bir yol tasarlamış ve bu yaz çevreden topladığı taşlarla uzun bacaklı birinin bile zor yürüyebileceği bir yol yapmıştı. küçük atlamalarla ilerleniyordu, şehirde kaldırımlara, arabalar girmesin diye küçük mantar şekilli betonlar koyarlardı ve çocuklar rengarenk boyarlardı onları. “ben de bir çocuktum” diye düşündü. “ben de boyadım betonları, şimdi adlarını bilmediğim renklere”. gülümseme yayıldı yüzüne. çünkü ağlamayı hiç sevmezdi. ağlayınca, çirkin olmaktan başka bir seçeneği olmuyordu. seçemediği şeyleri de, hiç sevmiyordu.

duyularına kulak verdi. gözleri kapalı, dinledi. etrafı, üç boyutlu düzlemde birbirini kesen veya kesmeyen binlerce çizginin titreşimleriyle doluydu. sadece küpler değil, köşeli sonsuz tane şekilden oluşan bir boşlukta, sonsuz sayıdaki her bir kenar, bir gitar teli gibi titreşiyordu göz kapaklarının içinde. her bir küçük hareket, havada yeni bir basınç yaratıyor, ve tüm yönlerde titremeler değişiyordu. hazırlandı. gözü kapalı olmasına rağmen ilk adımını tam yerine atmış ve ikinci taşa ulaşmıştı. bir gölün üzerinde yürüdüğünü hayal etti. ayağı taşa değince çıkan ses, halka halka yayıldı etrafa ve ayağından çıkıp genişleyen yeni küreler çizdi titreşerek.

ikinci adımını atmadan önce bir nefes çekti ve içinde tuttu. sol ayağında dengede kalmayı başardı. ileri atıldı ve sadece birkaç dereceyle sağda duran taşın üzerine indi. daha sert bir inişti, o yüzden etrafındaki dalgalanmalar çok sert değiştiler ve bir an gözlerini kısmak zorunda kaldı. gözleri, seneler süren eğitimden sonra, karanlığa öylesine alışmıştı ki, patlayıcı ses dalgaları da gözünü alabiliyordu. bir sonraki taş iyice sağına düşüyordu, duraksadı. kalbi yavaşladı, adımını attı. yolun sonuna geldiğinde gözlerini tekrar açması dakikalar sürdü. Ustaya gitme zamanı gelmişti.

mağaranın tavanına kadar tırmandı, küçük geçitten geçti. soğuktan yanakları titriyordu. elini kitabın üzerine koydu, mantrayı içinden tekrar etti. kapı açıldı. Usta konuşmadı, bakışları, mağaradaki her şeyi baktığı yere yöneltti. kızgın deminin ışıltısı, mağarayı aydınlattı. mantrayı tekrar ederek ilerledi, demiri aldı. sol gözüne bastırdı. acıyı seviyordu, insanların sevmediği şeylere bayılıyordu o. yapışan deriler düzgün soğusun diye kaslarını oynattı. ve diğer gözüne bastırdı.

beyni bayılması için vücuduna sinyaller gönderiyor, o direniyordu. acının dalgalarına karşı geldikçe onlar yükseldi, fakat durulmaları çok kolay oldu. daha kötülerine alışmıştı vücudu. yeniden görüntüsünü çizgiler kapladı. dalgalanan çizgiler. her şey, titreşimden ibaretti artık. yavaş adımlarla geri döndü, Ustayı sezdi, selam verdi ve küçük delikten aşağıya kaydı.

insan olmak, kötü olmakla örtüşüyordu.

 

Standart