Uncategorized

Güneye teşebbüs – Fethiye

Güney serisinin ilk yazısı için lütfen şu bağlantıyı kullanın, yazı yeni sekmede açılacak. Buyrun efendim.

*

Peki söyleyin, ne yapmak lazım?

Nasıl bir çare geliştirelim, nasıl bir yöntem bulalım; bu haksız ve usulsüzce insan zihinlerini bulandıran “araçlar” ve kullanıcıları karşısında?

Elimizden ne gelebilir? Gördüğümüz ve duyduğumuz şeylerin ancak çok azına bizler karar veriyoruz, ve verdiğimiz kararlar zaten gördüğümüz ve duyduğumuz şeylerden neredeyse tamamen etkileniyor. Bütün bunlar dünyanın çeşitli üniversitelerinde yapılmış sayısız araştırmayla kanıtlı şeyler. Üstelik, Psikolojiye Giriş niteliğinde bir ders aldığınız takdirde bu bilgilere ulaşabiliyorsunuz. Beyniniz hakkında bu kadar az bilginiz varken, siz “kim” olduğunuzu düşünüyorsunuz?

Öyle bir devir ki yaşadığımız, insan bir gerçek kelimeye, samimi bir gülümsemeye, içten bir kahkahaya, şöyle korkusuzca işlenmiş bir insana delicesine ihtiyaç duyuyor. Bunu okuyorsanız dünyada en azından bir kaç sorun olduğunu düşünen bir insansınız. İşte veya okulda, iletişimde olduğunuz insanların tavırlarında size iğreti gelen, sırtınızda bir ürpertiye sebep olan küçük hareketler keşfediyorsunuz. Muhtemelen o anlık rahatsızlığın şiddetine hayret edip, katlanamayıp bir sonraki anda geçiyorsunuz üstünden. Bazılarınızda biraz daha fazla kalabilir bu mide krampına benzeyen, sanki organlarınızın “canı sıkılıyormuş” gibi gelen his. Sonra yutkunur, unuturuz.

İşte bu bedeninizin gerçek olmayan bir ileti aldığında verdiği tepkidir. Beden bu iletiyi sindiremez, istemediği bir durum sezer, ve bilinci hemen uyarır. “Sıkıntı var”. Bedensel farkındalığınızı yükselttikçe, vücudunuz size çok fazla olay ve durum hakkında ipucu verecektir. Bu durum kola içtiğimizde vücudumuzda yaşananlara benzer. Kolanın bir bardağı bile, dünya üzerindeki en toksik maddelerin başında gelen rafine şekerden öylesine fazla miktarlarda içerir ki, midenin ilk tepkisi kusmak olur. Neyse ki kolanın içindeki şekerle birlikte vücudumuza midenin kusma refleksini önleyici kimyasallar da girer. Bu sayede vücudun mideye girdikten hemen sonra kusarak atmaya çalışacağı bir sıvıyı, bir “ohh” sesi eşliğinde sindiririz. Tıpkı reklamlardaki gibi.

Beden yalan söylemez. Fakat kolanın içindeki kimyasalların görevini, toksik bir ileti aldığımızda zihnimiz yapar. Kendini korumak, hayatta kalma oranını artırmak için, bedenin bize verdiği iletinin üzerini örter. Günümüzde hayatta kalmak için en güvenilir yok, farkındalıksız yaşamaktır. Bu sayede bizim için başkaları tarafından seçilmiş ve bize sunulan bütün zevk verici deneyimlerden faydalanabilir, anlamsız hayatlarımızdan küçük eğlenceli görüntüler kurtarabilir, instagram’da var olabiliriz.

*-*-*

Fethiye

Keyifli bir yolculuğun ardından Fethiye’ye varış. Yolun Katrancı Koyu’na bakan bölümünde eski okul servislerinin birine kurulmuş köfte ve kokoreç satan amcayla muhabbet ettik biraz. Az yeyince “siz de ne kadar sınırlı çıkmışsınız yola” dedi. Sevindik, gerçekten öyle düşünmüştü. İzmir’li bir çifte selam verdik, muhabbete katıldılar. Çocukları için İzmir’den, Fethiye’ye göçüyorlardı.

Her şey yolunda görünüyordu. Güneş ve bulutlar yerli yerinde, sıcak belki olması gerekenden biraz daha fazlaydı. Gözlerimiz asfalta dalıyordu bazen, hayaller görüyorduk. Bir keresinde, gördüğüm şeylerin hayal mi gerçek mi olduğunu bilmez halde dakikalar, belki saatler geçirmiştim. Kim bilir, belki de saniyelerdi yaşadığım ama hayal ve gerçek ayrımı önemini yitirmişti. Ne anlardı ama. Dışardan baksanız, yolda giden çocuklardık. Fakat yaşadığımız, basitçe daha fazlasıydı.

Çocuklardan, analardan, babalardan bahsettik. Çocuğunun eğitim almasını isteyen aileler, çocuklarını okula yollamamalıydı belki de. Ya ne yapacaktık? Onca işin gücün arasında… Kampa vardık.

Sırtımızdan attık evimizi. Şimdi o sırtlasın bizi. Bir sürü insanın olduğu bir alandı, sağımıza solumuza dikkat edemedik pek, bir iki çukura battık, bir kaç taşa takıldı ayağımız. Güneş? Tamam. Ağaçlar tamam. Baktık gözleme pişiyor. Utangaç, sevindik. Ne de olsa mahalleye yeni taşınmış çocuklardık.

Derken bir gürültüdür koptu. Sürü olduk, çobanımıza tutunduk. El işinden kazanç elde eden köylüsü kasabalısı oradaydı. Geçtiğimiz tarlaların üzerinde bir toz bulutu bırakıp devam ediyorduk. Sırtımızda su şişeleri, sık verilen fotoğraf molaları. Kendilerinden bahseden başka iyi niyetli insanlar. Eleştiri sayılmasın bu, bir gözlem olabilir fakat. Belki kendinden bahsetmekten daha eğlenceli şeyler bulmuş bir çocuğun heyecanı olabilir. Bir yargı içermiyor cümlelerim. Yargılamanın toplumları ilerleteceğini düşünen aydınlarımız yok değil. Fakat ben aydın da değilim, yargılayıcı da. Toplumun özgür yargısı bir dönem anadoluyu gütmüş olabilir. En azından romanlarda okuruz. Fakat şimdi… Yargılarımız bir emanet duruyor üzerimizde.

Derken bir sessizliktir koptu. Kayaköy’ün terkedilmişliğinden geçiyorduk. Zaman da, duygular da ağır şimdi. Küçük evler, sakinlerinin gidişine yas tutuyorlar hala. İnsanlardan yas tutan üç dört yaşlı kalmış. Onlar da, şanslıyız ki gazetecilik kültürümüz varken konuşmuşlar bir belgesele. Ağlıyoruz. Dişlerinden yoksun bir dede, nesli tükenmiş alışkanlıklardan söz ediyor. Komşuları çok sevdik diyor. Anılar, acılar akıyor piksel piksel. Yerde bulduğu parayı cebine atan insan görseler, sanki daha önce görmemiş gibi şaşıracaklar. Vicdanlar dop dolu! Ağıt tutuyoruz. Ne yapalım? Karmakarışık dünyamızı verip, Anadolu’ya çıkacak halimiz yok ya!

Uyuyamıyoruz. Yazılarımı takip edenleriniz tahmin edecektir uykumun problemli olduğunu. Ama bu kez öyle değil. Gece saat dört sularında “yalnızam yaaaaaaallnız” sesi ile dayanamayıp ben de sesimi yükseltiyorum. İkinci yalnızda öyle bir bağırıyor ki kadın. Bağırarak katılıyorum. Biz kırmızı ışıkta sıranın en önünde beklerken, arkada bekleyen insanları iki saniye daha fazla bekletmemek için sabit bir şekilde ışıklara bakıp yeşili beklerken, başka insanlar on metre ilerilerinde uyuyan aileler olduğunu bildiği, gördüğü halde bu umursamazlığa erişebiliyorlar.

Sinirlenir insan bazen, çerçeveyi büyütüyoruz. İnsanlar bağırıyor. İnsanlar seviyor, gülüyor kahkaha atıyor. İnsanlar reklamlardaki gibi olmak istiyor. Elimden gelse öylesine seveceğim ki hepsini birden, çünkü var içimde o sevgi, biliyorum. Hissediyorum, anneannemde de var çünkü. Öncelikle anneannemde var ve hepimize ordan geliyor. Eğlencemiz alkole bağımlı, sevgimiz aşk filmlerine… Aslında olan biten var, oluyor, bitiyor. Biz alkol ile baş başayız. Bir gece vakti, sabrediyor, ibretle demleniyoruz.

Deri işleme, mandala işleme öğreniyoruz bir yandan. Bir yandan insan gülücükleri ruhumuzu besliyor. Derken vücudumuzu da besliyoruz ve yemeğimizi, yemek saatimizi paylaşan insanlarla tanışıyoruz. Seviyorlar bizi, biz de onları seviyoruz. Dedikodularımız var, hep vardı, sonra da olacak. Sohpetlerimize dahil olmayan insanlar, kurumlar, kavramlar için bile saygımızı yitirmeden bahsediyoruz lakin. Kaldı mı sanıyorsunuz böyle sohpetler, böyle vicdani sorumluluğu yüksek nesiller? Haklısınız, henüz burdalar. Biz de şaşırıyoruz.

Yemeğimizi ve yemek saatlerimizi paylaştığımız insanlar, eski dostlarımızmış meğer. Ve mum gibi yanan bir ışık var masamızda. Etrafında toplanmışız, insanı insan diye sevip başlıyoruz konuşmaya, ağacı ağaç diye, çayı çay! Bir savaşımız yok hiç birinizle. Saygıyı da adet edinmişiz. Biraz daha çay geliyor, kahve yapılıyor. Kendiyle de savaşı yok bu insanların. Bizim de yok. Bayram ediyoruz iki çay arası. Başka komşularımız da geliyor, gözlerinden anlıyoruz. Gözlerinden anlıyoruz ki hala sevginin de, saygının da bir yeri var içimizde. Birbirimize dönüp kutluyoruz. Hayal ettiğimiz bir ânı daha yaşayıp devam ediyoruz.

Biraz daha yürüyor, biraz daha tanıştığımıza memnun oluyoruz. “Pekmez” gibi tatlı bir hava var, hem tatlı, hem yakıyor. Sabahın güneşinden önce horoz kovalıyoruz, horozdan öncesi yalnızlık naraları. Neyse ki “rasim”ler derdimize ortak oluyor, güvendeyiz. “can” gibi abiler bakıyor gözümüzün içine, şanslıyız. Gencecik öğretmenler tanıyoruz yurdun dört bir yanından. Şanslı çocuklarımız da var diyoruz, gururla. “hale”leri alıyor gözümüzü. Gün oluyor, gece oluyor, masamızdan “nur” eksik olmuyor, çok şükür.

Bir hikaye daha yazılıyor, Fethiye başlıklı. Geriye kalan bir küçük fotoğraf karesinden gülümsüyoruz dünyaya. Tam anlamıyla bir zaman yolculuğu. İnsan görüyoruz, insan tanıyoruz, insan seviyoruz. Tarlalar, dağlar, patikalar, koylardan geçip yine başka tarlalar ve koylara varıyoruz. Yine bizler, her yolun sonunda başka cümleler ekliyoruz dağarcığımıza. İki adım atıyor, bir göz göze geliyor, hep sona kalıyor, uzun uzun dinliyoruz.

Bütün olaylar, bütün durumların üzerinde bir su, şırıl şırıl akıyor.

*

 

 

 

Standart

Güneye teşebbüs – Fethiye” üzerine 2 yorum

  1. Canım Ege, iyi ki tanımak şerefine erişmişim. Yazını sesli okudum baştan sona ve sonra dedim ki bu ülkede halen güzel insanlar var, o atlara binip gitmemişler, yanılmış büyük yazarlar. İyi ki varsın.

Yorum bırakın